Türk hukukunun kadınlar açısından mevzuatta eşitlikçi, uygulamada sorunlu olduğu görüşüne katılmıyorum. Medeni Kanundaki soyadı ve evlenmeye ilişkin bariz adaletsizliğin yanında, aile ve nüfusa ilişkin kanunlar da hayatımızı doğrudan ve bana göre derinden etkilemeye devam ediyor.
Bizim yasalarımızdaki temel sorun, insanların “insan” olarak değil, “kadın” ve “erkek” olarak ele alınması. Bu şekilde, cinsel kimliğini veya yönelimini ataerkil düşünce dünyasına göre tanımlamak istemeyen kişiler tamamen sistem dışında bırakılıyor.
Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 23. Maddesi “evlenen kadının kaydı kocasının hanesine taşınır” diyor. Ve tabi ki “kocası ölen kadın, kocasının kütüğünde kalabilir. Ancak isterse, babasının kütüğüne de dönebilir”
Kanun yapıcının bize tanıdığı özgürlüğe bakın… Baba ile koca arasına çekilmiş bir ip var, kadının bedeni ve kimliğine başka alan bırakılmamış.
Medeni Kanun’da olduğu gibi konu aile ve nüfus hizmetlerine gelince de bütün cümleler “kadın” ile başlıyor.
Türk hukukunda kadın, kocası ve babası var. Hukuk sistemi kadının kimliğini ve bedenini kocası ile babasına emanet ediyor.
Kimilerinin üzerine tartışmayı anlamsız bulduğu ataerkil hukuk sistemi, hayatımızı yarattığı kimlik kargaşası hatta kimliksizleştirme ile eline alıyor. Kadınların mecbur bırakıldıkları bürokratik çile işin en basit tarafı.
Mevcut nüfus sistemi hiçbir yanı sembolik veya önemsiz olmayan bu doğrudan sahiplendirme ile töre cinayetlerine, kadın bedeninin metalaştırılmasına ön ayak oluyor.
Nüfus kütüğü konusundaki mevzuat, Anayasa’nın eşitlik ilkesine ve Türkiye’nin taraf olduğu, evlenmede kadın ve erkeklere eşit haklar tanınmasını öngören BM CEDAW Sözleşmesi’ne de aykırı.
Kadınlar en büyük mağdurlar gibi görünse de, hukuk sistemindeki koca ve baba vurgusu erkeğe de zincirler vurarak ailesine bağımlı hale getiriyor. 2008 yılından bu yana nüfus kütüğü değiştirme işlemleri de yasaklandı. Yani erkek birey de, kağıt üzerinde kendi ailesini kurma hakkından mahrum şekilde yalnızca mensubu bulunduğu eve bir gelin getirebiliyor.
Nüfus kütüğü konusundaki bu korkunç ayrımcılığın bir an önce giderilerek kadın alma-verme üzerinden oluşturulmuş mevzuatın ortadan kaldırılması gerekiyor. Evlenen kişilerin (bugünkü şartlarda ütopik gelecek ama) kadın ve erkek değil bireyler olarak tanımlanması ve en azından kuracakları ailenin kütüğünün nerede olması gerektiğine karar verebilmeleri gerekiyor.
Esasında, kimlik numarası sisteminin bulunduğu ve kayıtların dijital ortamda tutulduğu bugünlerde kütük sisteminin ataerki ve ayrımcılığı körüklemekten başka bir şeye hizmet etmediği de açık.
Gülsüm Dolgun 2011 yılında bu konuyla ilgili bir kampanya başlatmış, yerel mahkemelerde sonuç alamayınca konuyu AİHM’ye kadar götürmeye kararlı olduğunu söylemiş. Umarım kararından dönmemiştir ve soyadı meselesinde olduğu gibi Türk kadını kimlik hakkını söke söke alacaktır.
Kimbilir belki kimliklerimizdeki gereksiz tüm kutuların; soy kütüğünün, dinin, cinsiyetin kalkacağı günler o kadar da uzak değildir. Belki o zaman tüm bu etiket kurgusunun mutsuzluk ve ayrımcılıktan başka bir faydası olmadığını anlamış ve anlatabilmiş oluruz.